20 Ocak 2014

Pep Guardiola vs Alex Ferguson


Bu kitaba başladım, ortasından! İyi bir derleme yapılmış, çok hızlı (biraz eksik olabilir) çevirdim.. keyifliydi. Nihayetinde pek çok ayrıntı sonrası Pep finalde Manchester'ı taktiksel farklılığı nedeniyle alt ettiğini söyleyebiliriz..

Alex Ferguson: Biz o maçı kazanmalıydık çünkü o dönem biz daha iyi takımdık.

Pep Guardiola: Man U fantastik bir takımdı. Sadece yedek kulübesine bakarak bunu görebilirdiniz: Rafael, Nani,Scholes, Berbatov ve Tevez

Alex Ferguson: Thierry Henry harika bir futbolcu. Samuel Eto’o da inanılmaz bir futbolcu. Ama bunlar o zaman bize sorun çıkaracak konumda değillerdi, ne demek istediğimi anlıyor musunuz? Wembley finali çok başkaydı.

Pep Guardiola: Manchester finali savunarak oynamayacaktı, bu onların doğasında yoktu. Biz oyunun her türlü gelişimine göre çeşitli planlar hazırlamıştık.

Alex Ferguson: Eto’o merkezde başladı ve Messi sağda ama sonra yer değiştirdiler. Eto’o sağa geçti ve Messi merkezde boşluk aramaya başladı. Bu final maçında Messi asıl aktör değildi, inanın bana.

Pep Guardiola: Messi bu boşluk bulma konusunda iyiydi ve orada rahat oynuyordu.  Biz Real Madrid maçında da bunu yapmıştık ama o günden sonra bir daha denememiştik.  Bu taktik üzerine yeniden düşündüğüm zaman..  Belki biz bunun sağladığı o dinamik yapı nedeniyle kazanmayı başardık..

Alex Ferguson: Aslında Paris’teki Arsenal-Barça maçını düşündüğünüz zaman Eto’o sol kenarda oynuyordu ve burayı arkalı önlü koşularla maç boyunca iyi çalıştırmıştı. Bu konuda tecrübesi vardı ama Roma’daki maçta biz onu kenarda olacağını hesaplamamıştık. Maç içerisine yer değiştirmelerini elbette düşündük ama bize bu denli sorun çıkartacağını beklemedik.

Pep Guardiola: Manchester baskı altındaydı ve savunma kaleye doğru kayıyordu. Eğer başlarda yakaladıkları pozisyonlardan birisini gole çevirseydi işimiz bitebilirdi zira bu takım kontralarla sizi çok rahat öldürebilirdi. Özellikle Ronaldo.. Bir kanat oyuncusu ama Avrupa maçlarında bazen merkezde oynuyordu. Böyle olduğu zaman onu durdurmanız imkânsız çünkü o nadir bulunan bir yetenek.

Alex Ferguson: Oyunu kontrol altına aldığımız noktada kendi kalemize attığımız gol maçın kırılma anıdır. Çünkü Barça geride olduğunda oyunu oynayabilme becerisine fazla sahip değil.

Pep Guardiola:  Final maçlarında ilk golü atan büyük bir avantaj sağlar, bu birisinin hoşuna gitse de gitmese de..

Alex Ferguson: Eto’o ilk golü atınca Messi büyük bir problem olmaya başladı çünkü Barça orta saha kalabalığı nedeniyle her zaman adam fazlalığına ulaşıyor ve onlardan topu almak ne kadar zor biliyorsunuz ama yine de bize çok güçlü bir şekilde saldırdıklarını söyleyemeyiz.

Pep Guardiola: Roma’daki maçı düşününce “ne kadar iyi oynadık” diyordum.  İki yıl sonra Wembley’deki maç öncesi Roma’daki maça bakınca “O kadar da iyi oynamamışız ve özellikle ilk dakikalarda gol yemediğimiz için oldukça şanslıymışız diye düşünmeye başladım.

Alex Ferguson: Barça orta sahasında birinin diğerine pas atması çok da tehlikeli değildi bizim için.  1991’deki finalde Roma’daki finalde oynadığı gibi oynuyordu Barça. Salinas ve Laudrup hücumda, Beguiristain sol kenar ama ceza sahasının dışında konumlanıyorlardı.  O zaman biz şöyle diyorduk “Bizim dörtlü defans pozisyonunu aldıkları sürece orada istediği kadar topa sahip olabilirler” Yalnız 20 yıl sonra çok başka kalitede bir oyuncu fark yarattı

Pep Guardiola: Bize karşı oynamak biraz..  Eğer biz iyi oynuyorsak sürekli paslaşarak rakibi geri iteriz.  Bazen bu sanki rakip kendi yarı sahasında bizi bekliyor görüntüsü oluşturur ama aldatıcıdır, biz onları oraya itiyoruz.

Alex Ferguson: İkinci golü düşünürsek.. 1.69 boyundaki adam İngiliz takımına karşı uzak direğe kafa golü atıyor. Bu olmamalıydı.

Guardiola: İkinci yarı biz ilk yarıdan daha iyi oynadık.

Antimadrista!


Nasıl bir hırs arkadaş.. Messi'nin arkasında açmış şalı, Ronaldo'yu da giydirmiş.. 

E yani..

Wrong side of the Road..

Araftaki Kramponlar


Kitabı okumanız yaklaşık bir buçuk saati alır. Öncelikle güzel olan ayrıntılardan başlayalım, eleştiriler sona kalsın.

Bunun öncesinde bir kitap almıştım. Münir Üstün'ün "Arka direkte kendini unutturmak" İsmi güzel, kapağı şık ve hoş bir futbol kitabı beklerken içeriğinde bana "yeni bilgi" olarak sunulan neredeyse hiçbir şey yok. Avrupa Futbolu'na yabancı olanlar bu kitabı da elbette alabilirler ama benim bu blogun okurlarına asla tavsiye etmem zira onlara iki boy küçük gelir. Tekrar olur pek çok yerde..

Araftaki Kramponlar ise "yeni ve farklı bilgi" sunması açısından güzel. Oğuz Çetin'in altyapısının Almanya'da almış olmasından Metin Tekin'in hakeme tepkisini yedikleri gol sonrası hakemin santrayı neden yapmıyorsun sorusuna "sahanıza geçin hocam da başlayalım" tepkisine kadar çok keyifli ayrıntılar var. Uğur Tütüneker'in bedelli askerliğinin parasının Bayern Münih tarafından karşılanması gibi pek çok ayrıntı.  Özellikle Hamza Hamzaoğlu kısmı beni farklı etkiledi. Çünkü Hamza Hoca'nın 7 yaşındaki memlekete gelişinden 17 yaşına kadar kimliksiz dolaşması ve soyadının nasıl verildiğinin hikayesi çok iyiydi. Lakin bundan sonrasında şaştım kaldım zira kendi yazdığım cümleleri buldum kitapta.. Geride kalan kısım hem benim yaptığım röportajdan alıntı vardı hem de o röportajın özeti gibiydi..  Bir kitabı okurken kendi cümlelerinize denk gelmek çok ilginç geldi..

Nihayetinde verdiğim paraya değdi, buna hiç şüphe yok. Rahatsız edici kısmı ise yazarın taraflı olması.

Behram Kılıç aksiyon yazarı, cemaatçi olarak anılıyor. Bu nedenle 3 Temmuz Şike davasında tarafı hemen belli oluyor Aykut Kocaman kısmında..

Neden bütün cemaatçiler şike operasyonunda böylesine net bir saf tutma yarışı içerisine girmişler, onu anlamlandırmak mümkün değil. Cemaat ile Aziz Yıldırım arasında ileride bir gün çok net bir çıkar içeriği görülürse bu davaya bakışım daha da değişecektir. Eğer medyada cemaat mensubu olarak anılan kitlenin tamamı bu davaya bakışında "taraf" oluyorsa eğer, bunun anlamı nedir? Daha önceki yazımda da belirttiğim gibi ben Fenerbaheçli yöneticilerin bu süreçte suç işlemediğine inanıyor değilim ama bilirim ki en büyük yalanlar gerçeklerle örülmüştür.

Öte yandan.. Aykut Kocaman'ın 3 Temmuz sonrası tavrı eleştiriliyor 1996 ve öncesindeki içerik yüceltilirken.. Haksız bir Aykut Kocaman eleştirisi. Yine de mümkün olabilir. Yalnız böylesine etik açıdan titiz bir adamın Bülent Uygun hikayesinde de tavrını görmeliyiz ki samimiyetine inanalım. Kitabın son iki hikayesinin kahramanlarına bakış fazlasıyla "taraflı". Bülent Uygun'un menajerliğinden şike operasyonundan içeri alınmasına kadar olan kısım yorumsuz haber olarak verilirken Aykut Kocaman'ın tavrı net bir şekilde eleştirilmiş, başından sonuna kadar..  Bu memlette birbirlerine zıt iki futbol adamı varsa; Aykut Kocaman ve Bülent Uygun'dur. Birisi her ne şartta olursa olsun taraflı tarafsız insanların "güvenini" kazanırken diğeri..

Yukarıda bahsedilen kitabı da düşünürsek bir futbol kitabı yazmak bu ülkede yine de çok zor değil, biz boşuna kasıyoruz onca zamandır diyorum bazen..

Ufak bir değişiklik yaptıktan sonra oldu bu çağrı.

Jürgen Klopp & Josef Schneck



İlk şampiyonluk sezonunun sonundaydı sanırım..  Ya da ikincisi bilmiyorum. Dortmund'un 15 yıldır basın sözcülüğünü yapan Josef Schneck emekliye ayrıldığını açıklamıştı. Bu da Klopp ile olan fotoğrafı. Jürgen Klopp'u sevmemek mümkün mü?

Neden seversiniz?

Çünkü çok başarılı. Çok yetenekli. İnsani ilişkileri çok iyi. Çok esprili. Yeter ki o konuşsun basın toplantılarında.. Yeter ki onun röportajı yayınlansın. Çünkü çok dürüst.. Çünkü çok objektif. Bugüne kadar hiçbir röportajı ya da basın toplantısında benim içeriğine katılmadığım bir şey söylediğini hatırlamam. Ne kendi takımını abartır ne rakibi küçümser ne de kısaca gerçeklikle bağını koparır.

Çünkü sadık.. Mainz eğer çıksaydı o kalacaktı, söz vermişti. Peşinde onlarca kulüp olmasına rağmen. Sözleşmesini sonuna kadar kaldı. Dortmund'u çalıştırdığı zaman sanırım başta Premir Lig'in devleri olmak üzere kapısını çalmayan kalmadı. Çok daha az kazanacağı Dortmund ile sözleşme uzattı.

Doğrusu davut, dürüst, esprili ve yetenekli. Parada gözü yok, aşırı hırslı. Sadece kaybettiği zaman deliriyor bazen ama o kadar amatör ruh da barındırsın diyorsun içinde.. İki satır yazacaktım bak nereye geldi iş. Klopp işte..

Var bir bezmişlik, tarifi yok.



Benim bu hayatta tutunduğum tek kavram "şevk". O şevk ile bir şeyi icra ederken içerisinde barındırdığı heyecan yaşama nedeni belki de.  Biraz gerisine giderseniz bir şeylere inanmışlığı da içerisinde barındırdığını fark edersiniz.

Zaman zaman bunu kaybediyor insan. "Tükenmişlik sendromu'nu" sanırm benim kadar iyi anlayan bir başka insan yoktur zira öyle bir an gelir ki yaptığınız her şeyi yapmasanız da olur, o şevk kaybolur. Amaçsızlığa doğru kulaç atarsınız. Bu muhtemelen gerçekte bir depresyon belirtisidir. Oysa bu yıllar içerisinde sürekli kendisini tekrar eder.  Yaşama sizi bağlı kılıp sorun çıkarmadığı ölçüde "sağlıklı" olarak addedilir. Gerçeklikten kopup herhangi bir şeye bağlandığınız ölçüde "sağlıklı" olarak algılanırken anlamsızlığı keşfettiğiniz noktada hep "depresif" bir şekilde yorumlanacaksınız gerçek olsa dahi.

Müzik bu zamanlarda biraz olsun yardımcı oluyor. Sizi bir şeylere yönlendirip yeniden bir amaca sahip olmanızı ya da normale dönüş sürecinde bir şeylere tutunmanızı sağlıyor. Öyle ki herhangi bir şeyin yokluğundan duyulan acıya dahi sarılıyorsunuz zira bu toplamda bir şeylerin eksikliğini hissetmek dahi bu dönemlerde bir "değer".  Dinlediğim şeyler aslında bugün için anlamı olmayan, melodilerin dahi önemsiz olduğu eski tıngırtılar. Bir şeyleri hatırlatıyor, kafamı meşgul ediyor sonuçta.

Nejat İşler'in rahatsızlığından dolayı yaşam içerisinde dile getirmiş olduğu düşünceleri okuyorum. Pek çoğuna katılmakla beraber hayran da kalıyorsunuz aslında. Çünkü şöyle bir geriye dönüp baktığımda içimden geçirdiğim ile dışımda eylediğim arasında pek de azımsanmayacak bir mesafe olduğunu görüyorum. Bu  nedir biliyor musunuz? Karakter.. Nihayetinde olması gerekeni algılayabildiğin halde bunu çeşitli zaaflarından dolayı eyleme geçirmede sorun yaşaman..  Eskiden en azından zaman zaman çok güzel insan olduğuma inanırdım ama şimdi gerçekten kaçamayacak kadar kendimin farkındayım. Keşke içerisinde yaşattığım insanı gerçekte de yaşatabilseydim dediğim çok olur. Yazılmayan kitabın içerisindeki adam çok  güzel ama içerisinde oynadığım filmin ise kötü adamıyım gibi.

Bunları yazmamın sebebi biraz da şu. Buraya yazacağım çok da hoş olmayan pek çok ayrıntıyı. Başlarda güzel şeyler yazdığımı düşünerek yazardım. Sonra bunun çok da doğru olmadığını anladım ama yazmaya devam ettim çünkü bazı ayrıntılar sadece yazarak ifade edilir gibi geldi ya da alışkanlık oldu. Anlam ancak bütün içerisinde kendisini var ediyordu. O bütüne sıradan hayatın gündelik akışı içerisinde kimsenin tahammülü yoktu ama yazı içerde beni yazmaya ittiren o önemli olan ayrıntı için bütünü okuyana şart koşuyordu. Biraz olsun rahatlıyordum.

Şimdi artık biraz kendime doğru bir koşu bu. Yazarak keşfediyoruz artık kendimizi dahil. Çünkü yazmaya başladığında bazı ayrıntılar hakkında düşünüyorsun. Düşündükçe üretiyorsun ve yazının başına geçmeden önce yazdığın şeyler yoktu. Yıllar önce söylediğim gibi okuyarak değil yazarak insan düşünür, üretir.

Gibi..

19 Ocak 2014

19 Ocak.



"Sabah saat on buçukta evden ayrıldı diye hatırlıyorum. Her zamanki gibi az da olsa yaptı kahvaltısını. Ayrılırken biraz keyifsizdi. Bir şey takılmıştı kafasına. Öperek yolcu ettim. Üzülme, dedim, çok da önemli değil bu sıkıntılar. Akşama döndüğünde geçer, dedim. Önemli olan varlığımız, gibi bir şeyler söyledim. Böyle bir konuşma oldu aramızda. Sonra o işine gitti. Benim de dua toplantım vardı, oraya gittim. (...) Telefon çaldı. Oğlum, mama nerdesin? Dua et, diyordu. Sesi titriyordu. Dedim oğlum, sen nerdesin, orada kal ki ben geleyim. Kendisine bir şey oldu sandım. Yok bir şey mama, sen dua et... Onun telefonu kapandı, Sera aradı. Mama, babam, dedi. (...) Evdekilere de bağırıyorum. Kimse bana engel olmasın. Agos’a gideceğim. Benimle gelmek isteyen varsa gelsin diye. İki arkadaşımla bindik taksiye. O yol da bir türlü bitmek bilmedi. Gittimse Ararat’la Sera’yı orada gördüm. Orada sarıldım onlara. İnsanoğlu çok garip! O an çocuklarımın boynu bükük artık diye düşündüm. Eziklik, babasızlık, kanatlarının kırılmış olduğu... Böyle düşünceler üşüştü zihnime. Bu düşünceler içinde sarıldım onlara.

Ben gittiğimde eşimi kaldırmışlardı. Kanını gördüm kaldırımın üstünde. Sonra hep üzüldüm, niye uzanıp oraya, yanına yatmadım diye. Sonra hep üzüldüm... Çıkarken Agos’tan, baktım orayı sabunla suyla yıkıyorlar. Temizlemeye çalışıyorlar. Sanki temizlenirmiş gibi. Suyla sabunla temizlenir mi dökülmüş kan?"

   Rakel Dink