21 Mart 2011

Kral'ın Gidişi.!



Kedi ile köpek arasındaki o ayrımı bilirsiniz. Kendisine günde üç öğün yemek verenleri Köpek Tanrı olarak görür ve o şekilde ilişki kurup sadakatini esirgemez iken Kedi "Sanırım ben Tanrı olmalıyım ki bunlar bana böyle hizmet ediyor" diye düşünür,asaleti simgelercesine hareket eder. Ben her ikisiydim bu hikayede.. En alasından Kral ve aynı zamanda Krallığının her bireyine tapan ademoğlu..

Tatilin son gününe kadar sanki oradan hiç gitmeyecekmişcesine keyfini çıkarırdım. Koşar, oynar, yemek yer, çay içer ve sıklıkla efelenirdim, dayılanırdım dünyaya karşı. Ama işte o son akşam, son gece, son yatışta başlardı tüm tatil boyunca biriktirdiğim bütün sancılar vücudumda gezinmeye. Acıdan uyuyamazdım, babannemin kucağında sırtmda gezindirdiği ellerinin altında başka başka şeyler hayal edip gerçeklikten koparak geçerdim son günün uykusuna.

İlkokul bir ve iki de benimle beraber aynı soy isimden üç velet daha bu yolculuklara eşlik ederdi ve o gün misal sabahın beşinde kalktık. Bu üç kişi zamanla başkalarına bırakacaktı yerlerini ve yıllar geçtikçe azalacak, tek kişi olarak bir ben kalacaktım. O günün sabahında dört kişilik küçük bir orduyduk. Onca yıl beraber yaşadığım dedemin kalkış anına hiçbir zaman rast gelemedim. Ben ne zaman ne şekilde olursa olsun her kalktığımda o hep ayakta bir bardaktan diğerine sıcak su geçirir vaziyette son derece titiz bir şekilde çayını hazırlar vaziyetteydi. Köyde evin her işini babaannem yapsa da çayı her zaman dedem demlerdi. Erken kalkmak zorunda olmadığımız diğer günler ablam, kuzenlerim uyusa da beni çay için kaldırın emri verdiğimden tam da o çayın sunum vaktine doğru uyanıdırılırdım. Hayatımın en mutlu anlarıydı zira ne emir versem anında yerine getiriliyordu. Bir Kral gibi..

Tüpün üzerindeki çayın ışıltısı aydınlatırdı odayı. Her şey simsiyahtı. Hava aydınlanmadığı için değil içimdeki sıkıntının gücü dışarıyı karartmış gibi hissederdim. O günün sabahında aslında iki ya da üç gün önce önümde onca zaman var iken sanki yeteri kadar mutlu olamamışım gibi kendi kendime kızardım, değerini bilmediğim için hesap sorardım kendimden. Bir daha geldiğimde önümde iki ya da üç gün var iken daha mutlu olacağım diyerek eşyalarımı hazırlamaya devam ettim ama o günlerin değerini ancak bugün tam anlamıyla bilebiliyorum.

Bizde kahvaltı, çaydan sonra gelirdi her zaman. Önce sıcak, demli sabah çayı içilir ve sonrasında ancak bir şeyler atıştırılabilirdi. Yolculuk zamanı her ikisi birden aynı zamanda olsa da ben yine de kahvaltısızçayı içmeyi tercih ederdim.Kahvaltı sırasında içilen ile o sabah çayının arasındaki fark demli ile sallama arasındaki fark kadar çoktur. Diyebilirim ki bugünlere olan tutku o demli çay ile benim aramda garip bir bağ oluşturdu. Siz hiç basit bir demli çaydan mutlu olabilen insan tanıdınız mı? Çokca defa mutlu edilmesi çok zor bir insan olarak beceriksizleri ışığında diğerleri tarafından tanımlanır iken bilmedikleri o formül aslında sürpriz bir demli çay haberi; fazlası değil. Yağmurlu ve yorucu bir günün sonunda eve geldiğimde sıcak, demli bir çay olabilme ihtimaline karşılık ben gerekirse yağmuru yağdırır, kendimi de bu keyif için ekstra yorarım. O çayın ışıltısı, görüntüsü ve kendisi benim bu dünyada en mutlu olduğum ve aslında aynı zamanda en çok acı çektiğim dönemin simgesel belirtisidir de. İş bugün simge olmaktan çıkıp çayın kendisine vardı; her şey bazen benim için sadece demli sıcak bir çay..

Köy garip bir köy. Barajın getirileri, taşınma ve nüfusunun azalmasının dışında da tuhaftı aslında. Şehire kalkan dolmuş şehirdeki pazarlara göre (Salı, Perşembe) haftada iki ya da üç gün hizmet veriyordu. Biz bu yüzden yolculuğa sabahın henüz olmadığı o simsiyah sonsuzlukta başlardık. Hedef karşı macar köyün şehre kalkan dolmuşu. Bir dede, dört velet, çantalar,eşyalar ile beraber evden sanki gizli bir göreve gidermişcesine çıkardık. Geçilmesi gereken iki dere, bir köy ve ulaşılması gereken son nokta dört duvar ile çevrelenmiş büyük hapishane; İzmir'deki yatılı okul.
Biz en tepede oturduğumuzdan başlardık önce aşağı doğru inmeye. Dereye geldiğimizde ise dedem çizmelerini giyer, hepimizi tek tek sırtında karşıya geçirirdi. Bugün yirmi beş yıl sonra dedemin sırtında iken duyduğum su sesini, şırıltıları unutamıyorum. Bu durum ne trajik ne komik ne de ilginç ve buna rağmen hafızadan silinmeyişi hep tuhaf gelmiştir. Bir şekilde ulaştığımız yerde dolmuşu beklemek için köyün kahvehanesine geldiğimizde ben dedemle beraber mutlaka yine o komşu köyün içerisine, kahvehanesine girerdim. Saat sabahın altısı ve komşu köyümüzün her bireyi ayakta. Bütün erkekleri sobanın başında kahvehanede günün ilk çayını içiyorlar. Dedeme ve bana bir çay, bakkaldan kendilerine "öteberi" aldıktan sonra yanımıza uğrayanlara ise oralet.. Hayat ve onun çok aranan ve fakat bulunmayan anlamı o sobanın başında yapılan muhabbet, fazlası değil.

Şehirde alışveriş yapılır, tulum/teneke peynirleri ile meyveler paketlendikten sonra İzmir'e doğru otobüse binilirdi. O alışverişin her bir noktasında bulunduğumdan dolayı her seferinde satıcı ile dedem arasındaki o "torun" muhabbetine neden olur, gülümseyen gözlerle bir gün içerisinde onlarca kez tanımlanırdım. Dedeme olan saygının sonucu bana hep yedi yaşında ışınlanmayı icat etmiş bilim adamı gibi bakıldığından hoşuma da giderdi aslında. Dahi olmadığım halde çok uzunca bir süre dahi hayatı yaşadığımı söyleyebilirim. Tüm bunların sonrasına dayatılan sıkıcı otobüs yolculuğu sonrası taksi ile yurt.. Demir dolaplar, demir bardaklar, dağları,bayırları aştıktan sonra küçük bir su birikintisine bastığım için kıyameti koparan belletmenler..

* * *
Yukarıda hayatımın en acı günlerinden bir tanesini yazdım. Okuduğunuzda çok da acı olmadığına kanaat getirecek olmanız bir şeyi değiştirmiyor. Buradaki korku ve üzüntü İzmirdeki o asker yaşamından değil; sevdiklerimden ayrılıyor olmanın sızısı. Ait olduğum yerden hiçbir şekilde ait olamadığım yere geçiş. Bu acıya neden olan, ayrı yaşamaya katlanamadığım insanların sonrasındaki ölümü dahi benim için bu kadar acı olmadı zira onu çok başka bir borges karşıladı. Mesele de zaten budur. Bilgi size içerisindeki ilişkiyi algılayamadığınız sürece neyin acı neyin sızı olduğunu söylemez. İnsan çokca zaman bir başkasının kavrayamayacağı büyüklükte bir dünyaya sahiptir ve bu yüzden temelde yalnızdır ama bazen sanki birileri de yanında varmışcasına hareket etmeyi sever.

Bir de laf aramızda çocuğunuz her zaman sizin tasavvur ettiğinizden çok daha büyük bir akla sahiptir. Bazen öyle olması gerektiği için çocuk gibi davrandığı olur ama bu onun için yaptıklarınızı ve yapmadıklarınızı görmüyor, anlamıyor ve bir gün bunun hesabını da sormayacak anlamını taşımamalı. Daha güzel bir kutu almak için çaba göstermeyin; içerisinde yaşadığı o kutuda nasıl mutlu olabilir, bunun peşinde olun. Ne yapması gerekliliği kadar ne yaptığına da bakın. Sizi ne yaparsa mutlu ederden ziyade o neyden mutlu oluyor sorusu ile muhattap olun.

1 yorum:

Unknown dedi ki...

Ellerine sağlık, çok güzel bir yazı olmuş.
Özellikle benim gibi 7 senedir üniversite okuyup, kariyer peşinde koşan ve sonrasında kafası dank ederek herşeyden vazgeçip, küçük kasabasına ufacık bir şirket açarak ,sevdiklerinin yanına dönmeye karar veren birisi olarak çok iyi anlıyorum....